İçten bir dost sohbetinde, yılların yükünü omuzlarımızda hissederken, bir dostun yüreğinden kopup gelen bir hikâyeyi dinlemişsinizdir mutlaka. Hani insanın içinde derin izler bırakan, aklını değil kalbini sarsan türden… İşte bu satırlarda, ben de size öyle bir hikâye anlatmak istiyorum. Bir dervişin, bir yolcunun, bir hakikat arayışçısının izinden gideceğiz birlikte. O dervişin adı: Ebu Turab Nahşebi Hazretleri…
Bir Yolculuğun Başlangıcı: Kalbin Rehberliğinde
Horasan topraklarının rüzgârla savrulan kumlarında, bir adam vardı. Sessiz, derin ve sade… Adı Ebu Turab Nahşebi idi. “Toprağın babası” anlamına gelen bu lakabı, onun tevazusunun ve dünya nimetlerine sırt çevirişinin simgesiydi. Gerçek adı bilinmese de, gönül ehlinin dilinde adı hep “Ebu Turab” olarak anıldı. Zira o, toprağa yakın olmanın; alçakgönüllülüğün, sabrın ve hakikatin temsilcisiydi.
Genç yaşlarında dünyaya dair her şeyi öğrenmiş, zenginlik görmüş, ilimle bezenmişti. Fakat kalbinin derinliklerinde bir boşluk vardı. İnsanların övgüleri, servetlerin cazibesi, makamların görkemi… Hiçbiri içindeki o susuzluğu dindiremiyordu. İşte tam da bu noktada, hayat onu bir hakikat yolculuğuna çıkardı.
Stratejik Akıl ile Empatik Kalp Arasında: İki Yolcunun Hikâyesi
Rivayet edilir ki, Ebu Turab bir gün çölde yürürken iki yolcuya rastladı. Biri aklın temsilcisiydi; planlı, ölçülü ve her adımını hesaplayarak atan bir adamdı. Diğeri ise kalbin sesiyle hareket eden, empatik ve şefkat dolu bir kadındı. Adam, çölü nasıl geçeceklerini planlarken; kadın, susuzluktan bitap düşmüş bir yolcunun elinden tuttu.
Ebu Turab, o anda insanın iki yönünü birden gördü: Akıl ve strateji olmadan yol alınamayacağını, ama kalp ve merhamet olmadan o yolculuğun anlam kazanamayacağını fark etti. Hayat, bu iki yönün dengesinde anlam buluyordu. Erkeklerin çözüm odaklı aklı, kadınların ilişki kuran ruhu… Biri olmadan diğeri eksikti.
Toprağa Secde Eden Adam
“Ebu Turab” lakabını alışının da böyle bir hikâyesi vardır. Bir gün bir dostu onu secdede bulur, yüzü toprağa değmiştir. “Neden hep toprağa sarılıyorsun?” diye sorar. O da şöyle cevap verir: “Çünkü ben topraktan geldim ve yine toprağa döneceğim. Ne kadar gururlansam, ne kadar büyüsem de sonunda toprağın koynuna gireceğim.”
Bu tevazu, onu halk arasında bir efsane hâline getirdi. Zenginlerin, alimlerin, hükümdarların arasında değil; fakirlerin, mazlumların ve arayış içindeki insanların gönlünde yer etti. Her sohbetinde, her sözünde insanlara şu mesajı verdi: “Hakikat, yükseklerde değil. O, toprağın sıcaklığında, insanın kalbinde saklıdır.”
İnsan Olmanın Sanatı
Ebu Turab Nahşebi’nin öğretisi, yalnızca zahitlik ya da dünyadan el etek çekmek değildi. O, insan olmanın sanatını öğretti. İnsan, aklını kullanmalı; ama kalbini de ihmal etmemeliydi. Stratejik düşünmeli; ama empatisini kaybetmemeliydi. Hakikat yolculuğu, bir denge yürüyüşüydü. Ne tamamen dünyaya dalmak doğruydu, ne de dünyadan kaçmak. Asıl olan, dünyada yaşarken kalbini Hak’tan uzak tutmamaktı.
Bir Yolcunun Mirası
Bugün yüzyıllar sonra bile Ebu Turab Nahşebi Hazretleri’nin adı hâlâ dillerde dolaşıyorsa, bu onun sadece bir derviş olduğu için değildir. O, insanın içsel yolculuğunun sembolüdür. Onun hikâyesi, hepimize bir aynadır: Nerede olduğumuzu, neyi unuttuğumuzu ve nereye gitmemiz gerektiğini hatırlatır.
Belki biz de hayatın çöllerinde yol alırken, yanımızda bir stratejist dostun aklını ve bir şefkatli kalbin merhametini taşımalıyız. Çünkü Ebu Turab’ın öğrettiği gibi, ancak o zaman hakikate varabiliriz. Ve belki, toprağa yüzümüzü koyduğumuzda biz de onun gibi huzuru bulabiliriz…
Son Söz
Ebu Turab Nahşebi Hazretleri, sadece bir sufi değil; aynı zamanda insanın özünü arayışının temsilcisidir. Onun hikâyesi bize, kalbin ve aklın birlikte yürüdüğünde nelerin mümkün olduğunu gösterir. Her birimizin içinde bir Ebu Turab saklıdır; sadece yüzümüzü toprağa çevirip içimize bakmamız yeterlidir…