Hırsız Olup Olmadığı Nasıl Anlaşılır? — Felsefi Bir Sorgulama
Giriş: Filozofun Şüphesiyle Başlamak
Bir filozof, “hırsızlık” kelimesini duyduğunda hemen suçun değil, anlamın peşine düşer. Hırsız kimdir? Çalan mı, sahip olduğunu sanan mı, yoksa mülkiyetin kendisini yaratan mı? Hırsız olup olmadığını anlamak, sadece bir eylemi tespit etmek değil; insanın değer, bilgi ve varlık anlayışını çözümlemektir. Çünkü her hırsızlık bir eksikliğin, bir sahip olma arzusunun dışavurumudur.
Bu yazıda “hırsızlığı” salt adli bir kavram olarak değil, etik, epistemolojik ve ontolojik düzlemlerde inceleyeceğiz. Amacımız suçluyu bulmak değil, insanın hırsızlığa neden meylettiğini anlamaktır.
—
Etik Perspektif: Niyetin ve Vicdanın Aynası
Etik açıdan bakıldığında, bir eylemin hırsızlık olup olmadığını belirleyen şey, sadece dışsal davranış değil, niyettir. Bir kişi aç olduğu için mi çalar, yoksa güç arzusu için mi? Aristoteles’e göre ahlak, “doğru eylemin orta yolu bulma sanatıdır.” Bu bağlamda hırsızlık, sadece bir yasa ihlali değil, kişinin vicdanında yankı bulan bir sapmadır.
Hırsız olup olmadığı nasıl anlaşılır? Belki de bu, kişinin kendi iç sesini ne kadar bastırdığıyla ilgilidir. Çünkü bazı insanlar çalarken suçluluk hisseder, bazıları ise haklı olduklarına inanır. Bu noktada etik sorgulama şu soruya dönüşür: “Eğer kimse görmüyorsa, çalmak hâlâ yanlış mıdır?”
Modern etik, bireyin sorumluluğunu kamusal yargının ötesine taşır. Gerçek “hırsız”, sadece malı değil, güveni çalan kişidir.
—
Epistemoloji Perspektifi: Bilginin ve Algının Tuzakları
Epistemolojik açıdan bakarsak, “birinin hırsız olup olmadığını bilmek” bir bilgi problemidir. Gözlem, sezgi, kanıt ve yorum arasında gidip gelen bir süreçtir bu. Hırsızlık bazen görünür bir eylemdir; bazen ise düşünsel ya da duygusal bir sahiplenmedir. Bir fikri çalmak, bir duyguyu manipüle etmek ya da başkasının emeğini kendiymiş gibi sunmak… bunlar da epistemik hırsızlıktır.
Burada bilginin sınırları devreye girer. Birini hırsız olarak tanımladığımızda, aslında kendi bilgi düzeyimizi de sınamış oluruz. “Gerçekten biliyor muyuz?” yoksa “önyargılarımızı mı doğruluyoruz?” sorusu önem kazanır.
Bilmek, her zaman doğruyu görmek anlamına gelmez. Bu yüzden, birinin hırsız olup olmadığını anlamak, yalnızca delil toplamakla değil, kendimizi kandırmadığımızdan emin olmakla ilgilidir.
—
Ontolojik Perspektif: Varlığın Gölgesinde Hırsızlık
Ontoloji, varlığın ne olduğunu sorgular. Hırsızlık, varlığın eksikliğinden mi doğar, yoksa var olma arzusunun taşkınlığından mı? Var olmak, bir şeye sahip olmakla eşdeğer midir? Belki de hırsız, var olabilmek için sahip olmaya çalışan kişidir.
Nietzsche’nin “mülkiyet ahlakı”na dair eleştirisi burada yankılanır: Toplum, sahip olmayı var olmanın temeli haline getirdiğinde, çalmak bir varlık biçimi olur. Bu durumda, hırsızlık sadece bireyin değil, toplumun ontolojik bir yansımasıdır.
Bir toplum, adaleti mülkiyet üzerinden kurduğunda, hırsızlığı kendi gölgesi olarak yaratır. O hâlde şu soru kaçınılmazdır: “Hırsızı kim doğurur — birey mi, sistem mi?”
—
Düşünsel Derinlik: Görünmeyeni Görmek
Hırsızlığı anlamak, bir davranış biçimini değil, bir varoluş tarzını çözmektir. İnsan, bazen başkasının eşyasını çalar, bazen başkasının zamanını, bazen de kendi öz benliğini. Bir başkasının kimliğini taklit eden kişi, belki de en derin hırsızdır: kendinden çalan.
Belki de asıl soru şudur: “Kendini tanımayan bir insan, zaten kendi gerçeğini çalmış olmaz mı?”
Bu durumda hırsızlığı yalnızca adaletin değil, bilincin konusu haline getirmemiz gerekir.
—
Sonuç: Hırsızlık ve İnsanlığın Aynası
Hırsız olup olmadığı nasıl anlaşılır? Belki de bu, başkalarını değil, kendimizi ne kadar tanıdığımızla ilgilidir. Etik olarak vicdanı dinlemek, epistemolojik olarak önyargısız sorgulamak, ontolojik olarak varlığı anlamak… Bu üç boyut birleştiğinde, hırsızlık sadece suç değil, insanın kendi karanlığını yansıtan bir ayna olur.
Birini “hırsız” diye damgalamadan önce şu soruyu sormalıyız: “Benim içimde çalmaya meyilli bir yan yok mu?”
Belki de insan, ancak kendi içindeki hırsızı tanıdığında adil olabilir.